İSTANBUL (AA) -GÖKHAN BOZBAŞ- Mısır 30 yıl boyunca Mübarek yönetimi altında otoriter bir sistemle yönetildi. Ülkede parti sistemi hâkim olmakla birlikte, birtakım elitlerin kontrolündeki partilerin parlamentoda ancak sembolik düzeyde temsiline imkân tanınmaktaydı. Toplumdaki elit grupların parlamentoda sahip oldukları bu temsil imkânı, onların otoriter bir rejimin kontrolündeki güçler olarak kalmasını sağlamanın yanı sıra, gerek mevcut siyasi iktidarın toplumun daha geniş bir kesiminde meşruiyet kazanmasına gerekse olası bir başkaldırının ortaya çıkmasının engellenmesine hizmet ediyordu. 2011 Mısır Devrimi bu güç merkezleri arasında ortaya çıkan orantısız bir güç kaymasından dolayı ortaya çıkmıştı.
- Mübarek döneminde siyaset
Mübarek döneminde var olan en büyük muhalif grup Müslüman Kardeşler teşkilatıydı. Mısır’da hemen hemen bütün dönemlerde yasaklı bir grup olmasına karşın, bu teşkilatın Mübarek döneminde parlamentoda temsil edilmesine imkân tanınmıştı. Mübarek döneminin 30 yıllık serüveni dikkate alındığında, ülkede 25 farklı siyasi partinin faaliyet sürdürdüğü dönemde, bunların en güçlüsü Müslüman Kardeşler olmuştur. Müslüman Kardeşler müstakil bir parti olmasa da, çıkardığı bağımsız adaylar sayesinde 2000 yılında 17 ve 2005 yılında 88 milletvekiliyle parlamentoda temsil imkânı elde etmişti. Fakat özellikle 1999 yılından sonra Hüsnü Mübarek’in oğlunun siyasi arenada yükselmesi ve onunla beraber iş adamları sınıfının ordu karşısında ciddi bir güç kazanması, Mübarek’in devrilmesine giden sürecin önünü açmıştı.
- Ordu-Mübarek ilişkisi
Mübarek’in devrilmesinde, aslında ironik bir şekilde, ordunun Mübarek karşıtı halk hareketine zımnen destek vermesi etkili oldu. Ordu halka destek vererek Mübarek’in son 10 yılında siyasetten dışlanmışlığına da bir nevi tepki veriyordu. Buna karşılık askeri yönetim, Mübarek’in devrilmesinden sonra ortaya çıkan siyasi ortamı yönetmede başarılı olamadı. Askerler bu geçiş döneminde başarılı olamadığı gibi, iktidarı yeniden Müslüman Kardeşler kontrolündeki bir yönetime teslim etmek zorunda kaldı. Mısır’da iktidarın on yıllarca yasaklı kalmış bir teşkilata teslim edilmesi, özellikle askeri ve idari bürokrasi içinde ciddi bir huzursuzluk yarattı. Bu huzursuzluk, bürokrasinin tümüyle darbe günü Genelkurmay Başkanı Sisi’nin arkasında durmasıyla vücut buldu. Müslüman Kardeşler’in iktidarda olduğu yaklaşık bir buçuk yıl boyunca bu huzursuzluk ordu içerisinde öyle bir nefret doğurmuştu ki, Rabia Meydanı’nda yüzlerce silahsız insanın katledilmesine giden sürecin psikolojik alt yapısı bu dönemde oluşmuştu.
- Mursi’nin “otoriterleşmesi”
Mursi’nin iktidarda olduğu süre zarfında gerek eski rejimin uzantıları gerekse Mübarek döneminin (Müslüman Kardeşler haricindeki) muhalif grupları iki iddiada buluştular: Ülkenin tekrar otoriter bir sisteme evrildiği ve ülkenin “ihvanlaştırıldığı”. Bu iki iddianın ulusal ve uluslararası kamuoyunda sürekli işlenmesiyle, toplumsal hafıza adeta darbeye ve darbe sonrasında yaşanması muhtemel katliamların meşruluğuna hazırlandı. Nitekim gerçekleştirilen darbe sadece Müslüman Kardeşler mensupları tarafından “darbe”, diğer tüm aktörler tarafındansa “devrim” olarak adlandırıldı. Hatta uluslararası kamuoyu dahi darbeye “darbe” diyemeyerek/demeyerek akan kana ve son altı yıldır bu ülkede yaşanan trajediye ortak oldu.
Peki, Sisi’nin diktatör olarak nitelendirdiği Mursi’den sonra görevi devraldığı bu altı yıllık süreçte Mısır’da neler yaşandı?
- Askerin rolü
Sisi dönemi daha başlangıç aşamasında nasıl bir dönem olacağının sinyallerini vermişti. Sisi’nin ilk döneminde, Mübarek’e karşı açılan tüm davalar düşürüldü. Hatta 2011 Ocak devriminde 900’e yakın insanın ölümünden sorumlu tutulan onlarca polis hakkında açılan davalardan da takipsizlik kararı çıktı. Buna karşılık, darbe karşıtı oldukları için tutuklanan on binlerce Müslüman Kardeşler üyesi en ağır cezalara çarptırıldılar. Hatta Mübarek döneminde dahi yasal olarak çalışan ve Müslüman Kardeşler teşkilatına yakın olduğu bilinen hastaneler, okullar ve sosyal yardımlaşma derneklerinin tamamı kapatıldı. Sisi bununla da yetinmeyerek, ülkedeki en önemli ikinci muhalif organizasyon olan liberal 6 Nisan Hareketini de 2014 yılının Nisan ayında yasakladı. Bu hareket 2011 devriminde Mübarek karşıtı bir pozisyon alırken Mursi’ye karşı yapılan darbede Sisi’ye destek vermişti. Ama Sisi’nin darbe sonrası uygulamalarına da karşı durduğu için kapatılmaktan kurtulmamıştı.
Sisi yönetiminde yargı ve emniyet kurumu, Mübarek döneminden farklı olarak, askeri yönetimi kendi çıkarları için topyekûn bir şekilde destekliyor. Kurumlar arası denge siyaseti güdülmek yerine, birtakım menfaatler çerçevesinde ülkedeki muayyen bazı kurumların doğrudan ve açıktan desteklemesi, ülkede farklı seslerin siyasi temsiline de imkan tanımıyor. Bu şekilde ortaya çıkan bir anlayışta ise artık halkın ve diğer muhalif sivil toplum örgütlerinin muhalif söylem üretmesi de imkânsız hale geliyor. Nitekim darbe öncesi ve sonrası dönemde siyasi atmosfer kutuplaştırılmış, ortaya çıkan iki uçlu ortamda askeri aygıt aldığı destekle diğer tüm grupları terörize ve bertaraf etmiştir.
- Halksız siyaset
Bu ortamda ortaya çıkan ve kabul edilen 2014 anayasası ise bu fiili durumu artık kurumsallaştırmıştır. Bu anayasa, sivil toplumun faaliyet alanını güvenlik gerekçeleriyle kısıtlarken askerin, yargının ve emniyet güçlerinin pozisyonlarını da maksimize etmiştir. Sisi gerek 2014 yılındaki seçiminde gerekse daha sonraki dönemlerde hiçbir zaman halkın desteğini almak için konuşma yapma ihtiyacı duymamıştır. Onun yerine televizyon programları veya resmi programlarda yaptığı konuşmalarla “vatan” üzerinden bir kimlik inşa etmeye çalışmış, en büyük hayali olan “geleceğin Mısır’ı” vurgusunu yapmıştır. “Geleceğin Mısır’ı” ifadesinden ne anladığını ve bu kavramın içini nasıl doldurduğunu tamamen soyut bırakmış olması ise siyasi alanda keyfî her tür muameleyi beraberinde getirmiştir. Hülasa, Sisi neredeyse kendi dönemindeki hiçbir konuşmasında ekonomik ve demokratik sözler vermemiştir. Bunun yerine ülkede terörizmle savaşacağına dair, istikrar ve güvenliğe ilişkin vaatlerde bulunmuştur. Bu nedenle onu ülkede en çok sıkıştıran ve zorlayan olaylar ekonomik buhranlar değil, patlayan bombalar olmaktadır.
Mısır’da gerek seçimler gerekse gündelik hayatta yürütülen reklam kampanyalarında dikkat çeken bir diğer önemli husus ise bu reklamların odak noktasında ordunun yer almasıdır. Mübarek’in de bir ordu geçmişi olmasına rağmen, onun döneminde hâkim parti, parti adaylarını ve partileri ön plana çıkarmaktayken, Sisi’nin sivil bir geçmişinin olmaması ve tek aidiyetinin orduya olması, sosyal alanda sürekli bir ordu vurgusunun ön plana çıkarılmasına sebep oluyor. Bu durum ise Mısır genelinde bizatihi Sisi’nin ve onun zatında ordunun tek egemen güç olmasını sağlamış durumda. Parlamentonun ve parlamentoda bulunup askeri bir geçmişi olmayan milletvekillerinin sosyal ve siyasal ortamda kıymet-i harbiyesinin bulunmaması, bu durumu gayet güzel izah ediyor.
Darbeden sonraki dönem açısından bakıldığında, parlamentonun (bizatihi Sisi’nin herhangi bir parti bağı olmaması hasebiyle) farklı, ama otoriter bir anlayışın gölgesinde oluşturulduğu görülüyor. 2014 yılında kabul edilen anayasaya göre, parlamentoda toplamda 567 milletvekili bulunacaktır. Bu milletvekillerinin 420’si bağımsız adaylar arasından seçilirken, 27’si doğrudan başkan tarafından atanacak, sadece 120’si ise partilerden gelecek adayları temsil edecektir. 2015 yılında ise partilerden gelenlerin aleyhine yeni sayı düzenlemeleri gerçekleştirilmiş, bu değişimde tamamen bağımsız adayların sayısını artırma amacı güdülmüştür. Bu durum parlamentodaki üyelerin birlikte hareket etmesini imkansızlaştırarak yasama organını işlevsiz hale getirirken, Sisi’nin başında olduğu yürütme organına adeta sınırsız bir güç sağlamaktadır.
- AB ve ABD’nin desteği
Sisi’nin Mübarek’ten daha sert bir otoriter sistem inşa etmesine müsaade eden global güçlerin desteğini aldığını da özellikle zikretmek gerekir. Darbeye susan küresel güçler, akabindeki en önemli insanlık dramı olan Rabia katliamına da seyirci kalmışlardır. Daha sonraki yıllarda ise genellikle Sisi övgüsü üzerinden rejime dair desteklerini devam ettirmişlerdir. Bunun son örneği olarak, anayasa değişikliği öncesinde ABD Başkanı Trump’ın Sisi için “Mısır’da çok başarılı işler yapmıştır ve yapmaya devam edecektir” ifadesini görüyoruz.
Avrupa Birliği (AB) ise darbe sonrası dönem açısından bakıldığında, halen Mısır’ın en büyük silah tedarikçisi konumundadır. Rabia katliamına ve Sina yarımadasındaki insanlık suçlarına rağmen AB’nin hâlâ Mısır’a silah temin ediyor olması, kendi değerlerini hiçe saymakla eş anlamlıdır. Bu durum, aslında gerek ABD ve gerekse AB’nin kendi çıkarlarının devamı için başka coğrafyalardaki insanların haklarını ve hayatlarını hiçe saydığı anlamına da geliyor. Seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi’nin dünyanın gözü önünde bir hapishanede ölüme terk edilmiş olması bile küresel güçler için çok önemli değil. Neticede başkalarının hayatları pahasına bölgede kendi çıkarları “istikrarlı” bir şekilde yürüyor.
- Diktatörlerin anası
Sonuç olarak, Mısır’da Mübarek “diktatörlerin anası” olarak kabul ediliyordu. Bu söylem ve kabule rağmen, Mübarek siyasetin içinde bir politikacıydı. Bir partisi ve gücü paylaştığı belli birtakım elit gruplar vardı. Belli bir etkisi ve yönlendirici gücü olmakla birlikte, kararlar parlamento tarafından alınıyor, kendisi sadece bunları onaylıyordu. Buna karşılık altı yıllık Sisi iktidarı döneminde, alınan kararların büyük bir çoğunluğunda parlamentonun hiçbir söz hakkı olmadı. Sisi’nin herhangi bir siyasi oluşuma mensup olmaması ve askeri kanattan gelmesi orduyu adeta siyasetin içindeki biricik organ haline getirmiş, askeri kurumları yargı organına ait yetkilerle donatmasıyla Sisi ülkeyi adeta orduya teslim etmiştir. Artık Sisi’yi tanımlamak için “diktatörlerin anası” kavramından daha farklı ve mübalağalı bir isimlendirmeye ihtiyaç vardır.
[Mısır’da Toplum ve Siyaset kitabının yazarı Dr. Gökhan Bozbaş, Necmettin Erbakan Üniversitesi öğretim üyesi ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Nil Havzası ve Filistin Çalışmaları direktörüdür]